1930’lu yılların Türkiye’sinin fotoğraflarına ne zaman baksam, çok sayıda farklı fotoğrafta yer alan bir pankart dikkatimi çeker hep: Durmayalım düşeriz. Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları öncesinde Halk Evi çevresinde üretilen bir slogan olduğu biliniyor.
O yılların ruhunu ve devrimin ideallerini yansıtıyor haliyle. Durmayalım düşeriz. Yani kesintisiz bir ilerleme.
Cumhuriyetin ilk yıllarının bu pankartı dünyada daha çok “Kırkayak Paradoksu” (veya Kırkayak İkilemi) diye bilinen bir durumu anlatıyor aslında. Duyanlar vardır mutlaka ama her ihtimale karşı hatırlayalım.
Rudyard Kipling, Gustav Meyrink, Ray Lankester gibi isimlere dayandırılan bu hikâyeyi ilkin kimin anlattığına dair tam bir mutabakat yok.
Hikâye şöyle: Kırkayak yürürken bir kurbağa ile karşılaşır. Kurbağa, kırkayağa biraz da alaycı bir ifadeyle “nasıl bu kadar çok ayağın varken hepsi ahenkle yürüyor, birbirine çarpmıyor” diye soruyor. O andan itibaren ayaklarına odaklanan kırkayak, hiç düşünmeden ve durmaksızın yaptığı şeyi yapamaz hale geliyor ve düşüyor.
Çoğumuzun başına buna benzer şeyler gelmiştir. Kaptırmış bir konuşma yaparken, araya giren biri yüzünden (bu bir övgü bile olsa) gereksiz bir detaya odaklanır ve ne söyleyeceğimizi unutup saçmalamaya başlarız mesela.
Hepimizin malumu, hafta sonu yapılan kurultayla ana muhalefet partisi liderini değiştirdi. Bana kalırsa, Türkiye’de 21 yıldır iktidar olamayan muhalefetin en büyük sorunu da Kırkayak Paradoksu. Sürekli durup, güncele dair eleştirilerini sıralarken, kendi ahengini bulamıyor ve akışını sağlayamıyor.
Birinci yüzyılın ilk yıllarındaki motto yani “Durmayalım düşeriz!” ikinci yüzyıl için de düşünebilir bu durumda: “Yani sağa, sola bakma, günlük tartışmalarla oyalanma, ileriye doğru umut vererek ve yapacaklarını anlatarak git” diye özetleyebiliriz.
Çünkü Türkiye’de muhalefetin en büyük sorunu akıştan yoksunluk bence. Öyle ki muhalefet yapmak bazı konuları ölesiye yorup gündemde tutmaktan ibaret bir uğraş, handiyse bir meslek haline geldi.
Markete, kasaba, bakkala, manava gittiğimde fiyat etiketinde zaten gördüğüm şeyi aktarmayı iş edinen bazı muhalif siyasetçiler var.
Durup durup vatandaşın zaten bildiği şeyleri tekrarlamak, öylesi daha çok hoşlarına gidiyor diye sadece kendi tabanının hoşlandığı iletişimi yapmak da akıştan yoksunluğun bir başka işareti.
Haliyle aynı tabanı eğleyip durmak yerine, daha ilerisine yani seçim kazanacak çoğunluğa gitmek bir akış istiyor.
Fakat özellikle sosyal medya dinamikleri içinde buna izin yok. Hele bir, kendi tabanınızdan ileriye akacak bir söylem üretin, sosyal medya linci kapıda bekliyor.
Söylem üretilemeyince de o söylemi daha önce ürettiği düşünenlerle ittifak kaçınılmaz oluyor. Fakat bu da bir akış değil, paradoks ve samimiyet sorunu yaratıyor. Sonrası duruş ve düşüş.
Hadi siyaseti bir kenara bırakalım. Günümüzün odağı dağılmış dünyasında en çok ihtiyacımız olan şey de “Durmayalım düşeriz” gibi bir motto belki de.
Günün bu yazıyı okuduğunuz noktasına gelene dek yaptıklarınızı bir düşünün. Bir işi yaparken kaç kez bölündünüz, kaç kez durup mesajlarınızı, maillerinizi kontrol ettiniz.
Düşünsenize, sosyal medyada bir haberi bile kaç parçada alıyorsunuz. Önce bir “Son Dakika” görseli görünüyor. Haberle ilgili tek cümle veriliyor. Tıklıyorsunuz, daha fazlası yok. Zaten tıklamadan önce gördüğünüz cümlenin altına bir de “Ayrıntılar geliyor” ifadesi eklenmiş.
Sonra parça parça tamamlanıyor haber. Bazen tamamlandıktan sonra yalanlanıyor hooop başa dönüyoruz.
Her nasılsa, iş akışları da öyle. Derli toplu bir e-postada anlatılacak konu, birkaç e-postaya bölünüyor. Yetmiyor Whatsapp’ta seri mesajlara bölünüyor. Aynı konu için vakit kaybından ibaret toplantı üzerine toplantı yapılıyor. O da yetmiyor, “hadi bir Zoom yapalım” deniyor, herkes bir de ön kamerasından kendini süzerek çok da gerekli olmayan fikirlerini dillendiriyor ve iş günü bitiyor.
Akışa ve tam bir konsantrasyona asla izin yok. Düşe kalka ilerliyor gün.
Öyleyse hem toplumsal olarak hem de bireysel olarak bu paradokstan çıkmanın bir yolunu bulmak hepimize iyi gelebilir. Oxford Üniversitesi’nde Felsefe dersleri de veren Jonny Thomson, Kırkayak Paradoksu ile mücadele için üç yol önermiş.
Birincisi; mikro yönetimden kaçınmak.
Diyor ki eğer bir ekip yönetiyor ve sürekli eleştiriyorsanız, takımınızda kimse başarılı olamaz. Adımlarını sayıp durursanız, kimse dans edemez.
Buradan açıkçası ben şu çıkarımı da yapıyorum: Sürekli eleştiren muhalefet bir süre sonra ikna yeteneğini de yitiriyor.
Bazen doğru şeyleri takdir edip şaşırtmak ve daha fazlası için umut vermek gerekiyor. Bu, size kendini tamamen kapatan seçmenle iletişim kurmak için de bir fırsat olabilir.
İkincisi; kesintileri azaltmak. Thomson, ortalama bir çalışanın günde 120 e-posta aldığını söylüyor ve çok fazla bilgi ve kesintinin iş yerini boğacağını ifade ediyor.
Hadi bunu da muhalefet yapmaya uyarlayalım. Zaten kafası günümüzün iletişim ortamında fazlasıyla dolu olan vatandaşa tutamayacağı kadar çok top yani yeni muhalefet nüvesi atmak da bir süre sonra inandırıcılığı azaltıyor ve bıkkınlık yaratıyor.
Belli konuları seçip onlarda ısrar ederek akış haline getirmek gerekiyor belki de. Sadece mülteci ve göçmen krizini gündemde tutan parti ve isimlerin kısa sürede nasıl ivme kazandığını hatırlayalım. (Üslup ve tarzlarına hak veriyor değilim, tek konuda ısrarın etkisini örneklemek için yazdım.)
Thomson’ın üçüncü önerisi liderlikle ilgili. Diyor ki, bazen liderlerin liderlik etmesi, çalışanların da çalışması gerekir. Bu gözlemini bir araştırmaya dayandırıyor. Buna göre işletmelerde tüm kararların %94’ü altıdan fazla kişi tarafından alınıyor. Vakaların %20’sinde 16’dan fazla kişi söz sahibi oluyor.
Thomson’a göre; karar verme süreçlerine bu kadar çok kişinin katılması ister istemez durgunluk yani kırkayak paradoksu yaratıyor.
İşte böyle durumlarda ister istemez liderlerin liderlik etmesi ve karar alması gerekiyor. Türkiye’de muhalefetin liderlik sorununu da biraz özetliyor aslında bu durum.
Parti içi demokrasi açısından kararları çok kişinin mutabakatıyla almak ideal bir durum olarak görülebilir ama bunun bir akış yaratması zor.
Paradoks burada. “Seçmen elini masaya vuran lider sever” inanışı da buradan kaynaklanıyor ama bu bir metafor.
Bunun için gerçekten fiziki bir masaya vurmak değil, kararları güçlü birinin aldığını hissettirmek gerekiyor. Durup durup aynı tartışmalara dönmek yerine, bazı şeyleri geride bırakıp ilerlemekle olacak bir şey bu belki de…
Durmadan ve düşmeyerek.